
24 Ekim 2008 Cuma
Rüzgarla dans

Bomboş bir alanda tek başıma gözlerimi kapatıp saatlerce dans etmek istiyorum. Hiç bitmesin. Yer ayaklarımın altından kayıp gitsin. Hiç durmada, yorulmadan rüzgârla dans etmek istiyorum, saçlarım savrulsun, eteklerim uçuşsun. Rüzgâr titretsin içimi. Soğuktan ellerim üşüsün, sonra rüzgâr tutup ısıtsın ellerimi. Uzun uzun dönsem sağdan sola, soldan sağa.. hiç açmasam gözlerimi. Gözlerimi açmadan da ayaklarımı ucundaki denizi görebilsem, dalgaların bana eşlik eden sesini duysam, rüzgâr bıraksa ellerimi ve son dönüşümü yapıp bıraksam kendimi denize… Atlayıversem okyanusun kalbine.
22 Ekim 2008 Çarşamba
sarı yapraklar...
Bir ekim günü fakültede felsefe dersi vardı. Felsefe dersinin olduğu gün tüm öğrencilerde bir telaş olurdu; not tutacaklar ön sıraları kapmak için; uyuyacaklar ya da kitap okuyacaklar arkalara yerleşebilmek için erkenden sınıfa koşuşurlardı. O bügun yeni bir romana başlacaktı, telaş içnde girdi sınıfa, arkadan üçüncü sıranın boş olduğunu görünce derin bir nefes aldı ve üç kilolouk çantasını masaya bırakıp şapkasını çıkardı. Yaptığı hesaplamlara göre evet burası kitap okumak için oldukça uygun bir yerdi.…
Acı çeken felsefe hocası inleyerek dersi anlatmaya, ön sıralar hızla not tutmaya başlamıştı. Yavaşça arkasını dönüp sınıfı kolaçan etti, arka sıralar her zamanki gibi demde uyumaya başlamışlardı. Artık kimse onun farkıda değildi. Yavaşça kitabını açtı ve okumaya başladı.
...
Bu aralar ne olduğunu bilmediği bir şey her an hüzünlendirebiliyordu onu. Nereden geldiğini anlamadan birden başlıyor ve onu alıp götürüyordu. Bu sefer gözü, camdan dışarı, yorgun ve hüzünlü sallanan sarı sonbahar yapraklarına takıldı. Bir an sanki yaprakların kendine fısıldadığını duydu. Ürpertiyle sınıfa döndü; hoca aynı acı ve tiksinti dolu ifadeyle ders anlatmakta, önünde duran Elif Şafak Pinhan’ı anlatmaktaydı. Karşısındaki hocanın felsefeci olması yaprakların konuşmasından daha az şaşırtıcı değildi onun için. Kitabını kapayıp tekrar cama döndü. Bir yaprak ona göz kırpmıştı sanki. Şimdi hep bir ağızdan sallana sallana anlatıyorlardı, kapattı gözlerini ve dinlemeye koyuldu:
Üsküdar sahilindeydi. Tek başına yapayalnız, sessiz ve kimsesiz denizi seyrediyordu. Bu duyduklarını kendisi mi hayal ediyordu yoksa yapraklar mı anlatıyordu anlayamadı ama bunun pek de önemi yoktu. Deniz masmaviydi bugün, sahil bomboş… Kızkulesi kimsesiz ve mahzun selamlamıştı onu. Sanki tüm martılar terk eyleyip gitmiş gibi dolu gözlerle bakıyordu Kızkulesi. Ne oldu diye sorsa ağlayacak gibiydi. Belki de bu hüzün yaklaştırıyordu onları birbirine. Bu koskoca şehirde bir tek o anlardı onu. İşte bu yüzden yine ona gelmişti. Kaç zamandır orada olduğunun farkında olmadan saatlerce seyretti bu dev şehirdeki tek arkadaşını. Onunlayken sanki farklı bir boyutta yaşıyormuş gibi konuşmadan anlaşıyorlardı. O anlattı, Kızkulesi anlattı… derken tanıdık bir sima durdu önünde. Bu O’ydu. Tam da sırası. Son birkaç aydır yakalandığı sebepsiz kalp çarpıntıları başladı birden. O konuşmaya başladı ama yine havadan sudan. Ne olurdu bir seferde gerçekten söylemek istediklerini söyleseydi. Biliyordu duymak istediklerinin onun da aslında söylemek istedikleri olduğunu. Ama nasıl emin olabilirdi. Ya öyle değildiyse. Yo yo öyleydi, hissediyordu. Peki ama nedendi bu konuşan suskunluk? Her ikisi de bildiği halde neden ikisi de saklıyordu. Bir süre sessizlik oldu. Bir an gözleri Kızkulesi’ne takıldı. Ve bir damla yaş süzüldü kuru yanaklarından… o gitmişti…
…
Saatine baktı ders bitmek üzereydi. Kitabını çantasını topladı. Kimseye çaktırmadan yapraklara göz kırptı ve çıktı sınıftan… kalabalık dar caddelerde uzun uzun yürüdü. Bir an gerçekten Kızkulesine gitmeyi düşündü ama vazgeçti, buna cesareti yoktu…
19 Ekim 2008 Pazar
sahipsiz mektup

Güzelcik
Neden yasak ve bu kadar cazipsin?
Ve neden her şeyden habersizsin?
Nasıl hem bu kadar yakın hem da bu karda uzaksın?
Senin bile senden haberin yok
Seni sadece ben biliyorum.
Evet, seni tek bilen benim ama aslında ben de bilmiyorum;
Ya hayatımın anlamısın
Ya da boş bir hülyasın
Bir gün bunları bilecek misin bilmiyorum, belki de hiç haberin olmaz.
Belki de yoksun aslında ha güzelcik
Seni böyle var eden ben miyim?
İkiye bölünmüş varlığım üzerinde çalışmakta ve çatışmakta…
Kalp ile beyin ne olurdu arada bir el ele verselerdi…
“Bitsin artık bu karmaşa” demekten de korkuyorum;
Ya bu karmaşa bittiğinde sen çoktan gitmiş olursan
Korkuyorum seni bulduğumda sen olmadığını görmekten
Korkuyorum seni ararken hayalini kaybetmekten
19.10.08
21:20
Neden yasak ve bu kadar cazipsin?
Ve neden her şeyden habersizsin?
Nasıl hem bu kadar yakın hem da bu karda uzaksın?
Senin bile senden haberin yok
Seni sadece ben biliyorum.
Evet, seni tek bilen benim ama aslında ben de bilmiyorum;
Ya hayatımın anlamısın
Ya da boş bir hülyasın
Bir gün bunları bilecek misin bilmiyorum, belki de hiç haberin olmaz.
Belki de yoksun aslında ha güzelcik
Seni böyle var eden ben miyim?
İkiye bölünmüş varlığım üzerinde çalışmakta ve çatışmakta…
Kalp ile beyin ne olurdu arada bir el ele verselerdi…
“Bitsin artık bu karmaşa” demekten de korkuyorum;
Ya bu karmaşa bittiğinde sen çoktan gitmiş olursan
Korkuyorum seni bulduğumda sen olmadığını görmekten
Korkuyorum seni ararken hayalini kaybetmekten
19.10.08
21:20
18 Ekim 2008 Cumartesi
...başlıksız..
Uzun zaman oldu yazmayalı. Yazmak bana kırgın değildir umarım, ben onu çok özledim. Blogumun başına son gelenlerden sonra nedense bir türlü bilgisayarın başına oturup yazmak gelmedi içimden. Küsmüştüm ama neye küs olduğumu bilmeden. Klavyem bile yavaşlamış. Ama artık tekrar yazmak istiyorum. Tekrar eskisi gibi. Zaman çook hızlı geçiyor. İstanbul’da 3. seneye girdik. Her an kaydetmek istiyorum. Burada yaşadığım her günü sonsuza dek hafızamda saklamak istiyorum keşke unutmamanın garantisi olsa.
Kafam çok karışık. Beynimde kırk türlü soru, zincirlerinden azat edilmiş köleler gibi çılgınca dolaşıyor. Temelde bir soru var, bir köle; diğer hepsi ona tutunarak onun peşinden geliyor. Aslında bu soru her zaman üzerini örttüğüm gizli bir canavar gibi içimde yaşıyor ve azıcık uygun ortam bulsa hemen örtünün altından baş gösteriyor. Dün mutluluk filmini seyrettim ve aynı akşam bir arkadaş ism de mutlu olmadığını aslında yapmak istediğinin bu olmadığını ve kendini kandırmaya artık son verdiğini açıkladı bize. İçinin sesini dinleyip hayallerinin peşinden gidecek, hep yapmak isteyip de ertelediklerini yapacakmış. İçimdeki canavar onu kendimden bile saklamak için attığım kuyudan hemen başını uzattı ve sordu: sen ne zaman son vereceksin? Ve bu sesle yine devreler karıştı. Sistem çöktü, her şey tekrar altüst oldu. Korkuyorum kendimi tanıyamıyorum ve korkuyorum. 20 yıldır benle iç içe yaşıyorum ama kendimi tanıyamıyorum ve anlayamıyorum. Bir şeyi istediğimde gerçekten istediğim için mi istiyorum yoksa istemem gerektiğini bildiğim için mi istiyorum bilemiyorum. Bu bulanıklık beni çıldırtıyor. Tam bir şeye karar veriyorum ve dev uyanıp soruyor gerçekten bunu istiyor musun?.. bilmiyorum …bilmiyorum……..kendimi tanımıyorum içimde konuşan ses ben miyim yoksa başkası mı bilmiyorum. Muallak bir geleceğe doğru ilerlemek yorucu. Ya bir gün, yıllarca istediğimi sandığım ve ömrümün en güzel yıllarını ona ulaşmak uğrunda harcadığım şeyin aslında yapmak istediğim şey olmadığını anlarsam. O zaman ne olur? Yıllarca ipine tutunup gittiğim balon bir anda patlayıverirse sahi ne olur? Sanki ne yapmak istediğimi biliyor muyum? Peki bu halde bir şeyler yapmaya devam edebilir miyim? :( Zaman çook hızlı geçiyor. İstanbul!da üçüncü seneye girdik… Artık bir şeyler yapmak zorundayım.
Kafam çok karışık. Beynimde kırk türlü soru, zincirlerinden azat edilmiş köleler gibi çılgınca dolaşıyor. Temelde bir soru var, bir köle; diğer hepsi ona tutunarak onun peşinden geliyor. Aslında bu soru her zaman üzerini örttüğüm gizli bir canavar gibi içimde yaşıyor ve azıcık uygun ortam bulsa hemen örtünün altından baş gösteriyor. Dün mutluluk filmini seyrettim ve aynı akşam bir arkadaş ism de mutlu olmadığını aslında yapmak istediğinin bu olmadığını ve kendini kandırmaya artık son verdiğini açıkladı bize. İçinin sesini dinleyip hayallerinin peşinden gidecek, hep yapmak isteyip de ertelediklerini yapacakmış. İçimdeki canavar onu kendimden bile saklamak için attığım kuyudan hemen başını uzattı ve sordu: sen ne zaman son vereceksin? Ve bu sesle yine devreler karıştı. Sistem çöktü, her şey tekrar altüst oldu. Korkuyorum kendimi tanıyamıyorum ve korkuyorum. 20 yıldır benle iç içe yaşıyorum ama kendimi tanıyamıyorum ve anlayamıyorum. Bir şeyi istediğimde gerçekten istediğim için mi istiyorum yoksa istemem gerektiğini bildiğim için mi istiyorum bilemiyorum. Bu bulanıklık beni çıldırtıyor. Tam bir şeye karar veriyorum ve dev uyanıp soruyor gerçekten bunu istiyor musun?.. bilmiyorum …bilmiyorum……..kendimi tanımıyorum içimde konuşan ses ben miyim yoksa başkası mı bilmiyorum. Muallak bir geleceğe doğru ilerlemek yorucu. Ya bir gün, yıllarca istediğimi sandığım ve ömrümün en güzel yıllarını ona ulaşmak uğrunda harcadığım şeyin aslında yapmak istediğim şey olmadığını anlarsam. O zaman ne olur? Yıllarca ipine tutunup gittiğim balon bir anda patlayıverirse sahi ne olur? Sanki ne yapmak istediğimi biliyor muyum? Peki bu halde bir şeyler yapmaya devam edebilir miyim? :( Zaman çook hızlı geçiyor. İstanbul!da üçüncü seneye girdik… Artık bir şeyler yapmak zorundayım.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)